28 Mayıs 2011 Cumartesi

Playboy (20. Bölüm)

[20.Bölüm]



NOT: O kurken size önereceğim birkaç şarkı var. Hangisi mevcutsa ve istiyorsanız onunla dinleyin ^^ Tae Yeon - If, Heo Young Saeng - Is it Love? , SS501 - Only One Day, The Melody - Goodbye, Jang Geun Suk - Goodbye, Shin Min Ah - Sha la la. Smile



~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~



-Eun Chae, biliyorsun ki o belgeler ve şahitleri Japonya'da. Şu an iş için Çin'deyim. Ne zaman için lazım?



-En geç 1 hafta.



-Sanırım o kadar kısa bir sürede toplayamayız.



Eun Chae gözlerini devirip iç çekti.



-Bir yolunu bul. Hoşçakal.



Telefonu kapattıktan sonra Telefonun kenarıyla oynamaya başladı. Aslında başka şeyler düşünüyordu. Ablasını...



Yavaşça Sang-ho'nun odasına girdi. Hala duvarın dibinde dizlerini karnına çekmiş vaziyette oturuyordu. Omuzlarından tutup kalkmasına yardım etti ve yatağa yatırdı.

Arkasını dönüp gidecekken Sang-ho'nun sesini duydu.



-Yavaşça 3'e kadar sayar mısın?



Eun Chae'nin birşey anlamadığı yüz ifadesinden belliydi. Arkasını dönüp ona şaşkın gözlerle baktı.



-Bana mı söyledin canım?



-Evet anne. Uyuyamıyorum. 3'e kadar sayar mısın?



Sang-ho'nun dolu gözleri yalvarır gibi bakıyordu. Eun chae yavaşça Sang-ho'ya yaklaşıp saçını okşadı.



- 1....2....3



Sang-ho yavaşça gözlerini kapattı. Eun chae eğilip Sang-ho'nun saçına öpücük kondurduktan sonra kapıyı hafifçe kapatıp odadan çıktı.



*~~~~~*~~~~~*



John vitrine bakar bakmaz gözleri büyüdü. Hızla Mi-cha'ya dönüp gülerek konuştu.



-Çok lezzetli duruyorlar, değil mi? Hemen ikimiz için birer kurabiye alacağım. Burda bekle.



Mi-cha gülümseyip ellerini cebine attı ve John'un dışarı çıkmasını bekledi.



Sang-ho arabasının arka koltuğunda telefondaki sese isteksiZce cevap verdi.



-Anladım diyorum. Yoo Ji Hyo ile akşam yemeğe gideceğim. Artık rahatsız etme beni.



Hızla telefonu kapatıp iç çekti ve camdan dışarı baktı. Kırmızı ışıkta durduklarından denizi izleme fırsatı bulabilmişti. Deniz çok durgundu. Kendisi kadar bitkin durduğunu düşündü. Başını diğer yana çevirdiğinde yüzündeki hafif tebessüm anında şaşkınlığa dönüştü. Mi-cha ile göz gözeydi.. Her zamanki masumluğuyla duruyordu. Mi-cha 2 hafta sonra bu alışık olduğu yüzle karşılaşınca hayatın durduğunu hissetti. Sadece uzun uzun bakmak istiyordu. Yanından geçen bir bisikletli Mi-cha'ya çarptı ve Mi-cha yere düştü. Sang-ho bir an kendisine gelip yanına gideceği sırada John'un hızla pastaneden çıkıp Mi-cha'yı yerden kaldırdığını gördü.



-Mi-cha iyi misin? Ah lanet olası çocuklar. Doğru düzgün kullanamaz mısınız şu bisikleti sanki.



Mi-cha hiçbirşey söylemeden Sang-ho'ya bakıyordu. Birden hiç görmemiş gibi gülümseyerek John'a döndü.



-Merak etme iyiyim. Hadi gidelim. Çilek suları benden.



John gülümsedi. Mi-cha'yı sıkıca tutarak ilerlemeye başladılar. Mi-cha başını çevirip geriye baktı. Yeşil ışık yanmış ve arabalar gitmişti. Tekrar yavaşça önüne döndü.



Sang-ho başını geriye yaslayıp gözlerini kapattı. Bir müddet sonra arabanın durup kapısının açıldığını farketti. Hızla inip şoförün elinden anahtarı kaptı ve ön koltuğa oturdu.



-Ama efendim Choi Sung Wook sizi bekliyor.



Sang-ho öfkeyle cevap verdi.



-Bir yere kaçtığımız yok. Gelirim birkaç saate.



Hızla arabayı çalıştırıp sürdü. Yol boyunca Mi-cha'nın söylediklerini düşünüyordu.



"Eğer yanında olamayacağımı hissedersen o zaman yazdıklarımı aç ve oku"



Artık yanında olamayacağını hissediyordu. Kamp alanına gelince arabasından yavaşça inip kağıtları gömdükleri yere gitti.



Toprağa diz çöküp bir müddet baktı. Hızla toprağı elleriyle eşmeye başladı. Kağıdı görünce durup nefes aldı. Yavaşça kağıda uzanıp topraktan çıkardı. Açmaya korkuyordu. Bir müddet baktıktan sonra hafifçe açtı.



"Cümleye nasıl başlayacağımı bilemiyorum... Tek bildiğim şey var o da bu mektubu birlikte okumayacağımız. Çok yakın.. Çok yakın bir zamanda eline alacaksın bu kağıdı, biliyorum. Sana söylemek istediklerimi yüzüne söyleyecek kadar cesaretim olmadığı için bunu yazdım. Sang-ho sen... Benim hayatımda gördüğüm ilk aşksın. Son olacağını söyleyemem belki ama hep ilk kalacaksın. Benim için yaptığın hiçbirşeyi unutmayacağım. Benim için yaptığın, fakat bilmediğimi sandığın herşey için teşekkür ederim. Sen benim bildiğimi bilmiyordun.. Tokamı arabanda sakladığını, ben uyurken saçlarımı okşadığını, pembe tavşan için o adama para verdiğini, kütüphanedeki rafların yerini değiştirip kitapları uzanacağım yere aldığını, her eve gidişimde beni gizlice izlediğini, bana hediye vereceğini söylediğinde öpeceğini.... Hepsini biliyordum ve farkındaydım. Sana söylemediğim için özür dilerim. Bunlar o kadar hoş şeylerdi ki, o mutluluğumun bozulmasını istemedim. Çünkü biliyorum, duygularının açığa çıkmasını sevmezsin.



Sang-ho, aslında bunu yakında evleneceğini bildiğim için yazdım. Eğer... Eğer bir çocuğun olursa onu üçe kadar sayarak uyut.. Kampa getir, dövüş dersi ver, odasını yıldızlarla döşe, lunaparka götür, pembe bir tavşanı olsun.. Herşey için teşekkürler. Beni unutma olur mu? Hoşçakal."



Sang-ho'nun elindeki kağıt yere düştü. Titriyordu. Gözlerinden yaşlar damla halinde düşüp toprağı ıslatıyordu.



*~~~~~*~~~~~*



John ve Mi-cha boş bir banka oturdular. John gözlerini kapatıp başını yukarıya kaldırıp derin bir nefes aldıktan sonra gülümseyerek Mi-cha'ya döndü. Hızla paketi açıp kurabiyeleri uzattı.



-Al bakalım. Eminim tadı harikadır.



Mi-cha yavaşça kurabiyeyi ağzına götürdü. John jendinden geçmiş şekilde mırıldandı.



-Tadı harikaa!



Bu arada önlerinden kucağında oyuncak pembe tavşan olan küçük bir kız geçti. Mi-cha kurabiyeyi ısıracakken yavaşça elini bıraktı. Kurabiye yere düştü. John başını çevirip yerdeki kurabiyeye baktı.



-Yere mi düşürdün? Merak etme biraz daha var. İşte burda.



John kurabiyeyi Mi-cha'ya uzatınca birden gülümsemesi söndü. Başını yana eğip Mi-cha'ya baktı. Bir damla yaşın dudaklarına indiğini gördü. Elindeki kurabiyeyi paketine bırakıp Mi-cha'nın omzuna dokundu.



-Birşey mi oldu Mi-cha?



Mi-cha hızla yüzünü John'un göğsüne yasladı. Göğsünü Mi-cha'nın gözyaşlarının ıslattığını hissediyordu.



-John, onu özledim.. Çok özledim.



John Mi-cha'ya yavaşça sarıldı. Hiçbirşey söylemiyor sadece boşluğa bakıyordu.



*~~~~~*~~~~~*



Sang-ho'nun telefonu çaldı. Bitkin bir şekilde açtı.:



-Ne var yine?



Choi Sung Wook'un bağırtısını duydu yine.



- Derhal buraya geliyorsun. Yoo Ji Hyo ve babası da gelecek.



-Geliyorum!



Sang-ho kağıdı yerine koyup gömdü ve arabasına bindi.



*~~~~~*~~~~~*



Choi Sung Wook önündeki dosyaları incelerken kapının tıklatılmasıyla irkildi. İçeriye sekreteri girmişti.



-Efendim sizi görmeye..



Sung Wook onun lafını bölüm dosyalarına döndü ve aceleci konuşmasına devam etti.



-Choi Sang Ho geldi biliyorum. İçeri al.



-Hayır efendim. Bayan Eun Chae sizi görmek istiyor.



Bu arada içeri hızla Eun Chae girdi ve sekretere döndü.



-İzin almana gerek yok. Kısa bir görüşme olacak.. Çıkabilirsin!



Sung Wook gözlüklerini çıkarıp hızla ayağa kalktı.



-Sen...!! Sen ne zaman geldin?



Eun chae gülerek kendinden emin bir tavırla koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı.



-Ne zaman geldiğim önemli mi?



Choi Sung Wook hala korkulu gözlerle ona bakıyordu. Yavaşça karşısındaki koltuğa oturdu.

Kaşlarını çatıp öfkeli ses tonuyla konuştu.



-Neden geldin? Japonya'da ne cehenneme gidiyorsan git, Seoul'e dönme demedim mi?



-Ben de defalarca bunun seni ilgilendirmeyeceğini söyledim.



Sung-Wook iyice öfkelenmişti.



- Buraya neden geldin!!!



Sang-ho hızla Choi Sung Wook'un odasının olduğu kata çıktı. İçeri girecekken sekreter durdurdu.



-Efendim, Choi Sung Wook şu an Bayan Eun Chae ile konuşuyor. Giremezsiniz.



Sang-ho kaşlarını çatıp sekreteri itti ve odaya doğru ilerledi. Kapıyı açacakken Eun-chae'nin sözüyle olduğu yerde kaldı.



-Neden mi geldim? Çok basit.. Uğruna ablamı yani Sang-ho'nun gerçek annesini öldürttüğün kadın hakkında konuşmaya geldim. Ve tabi onun kızı Yoo Ji Hyo hakkında...!



Umarım beğenirsiniz. Beğenen ve yorum yapan herkese çok teşekkür ediyorum ^^" 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder